KOLON KANSERİ PANELİ

Sindirim sisteminin en son kısmında yer alan  Kalın bağırsak, İnce bağırsaktan sonra gelen organdır. Kalın bağırsağın en sonda  bulunan 20-25 cm’lik son bölümü olan  Rektum dışında kalan diğer tüm bölümlerine Kolon ve burada oluşan kansere kolon kanseri denir. Bütün bağırsağı etkileyen kansere de kolorektal kanser denir.

Kolon kanseri,  her 20 kişiden 1’inde görülmektedir. Hem erkeklerde hem kadınlarda 3. en sık görülen kanser türüdür. Düzenli hekim kontrolü ve erken tanı ile kanser hücreleri sadece kolon içi ile sınırlı olarak tespit edilebilir. Erken tanı konamaması halinde ise, kanser yakın organlara, lenf bezlerine ve kan dolaşımı yoluyla karaciğer, akciğer ve diğer organlara yayılım gösterebilir. Bu nedenle kolon kanseri tedavisinde en önemli etken erken teşhistir. Sindirim sistemi kanserleri erken evrede  saptandığında hastalıktan tamamen kurtulmak mümkündür.

Kolon kanseri her yaşta görülebilir ancak yaş ilerledikçe görülme oranı artar. Ortalama görülme yaşı  65’tir. Ancak değişen yaşam şartları, hareketsiz yaşam ve sağlıksız beslenme kolorektal kanser yaşında düşmeye neden oldu.

KOLOREKTAL KANSERLERDE RİSK FAKTÖRLERİ NELERDİR?

Kolon (kalın bağırsak) kanseri çok sayıda faktörün etkisiyle oluşur. Temel olarak bu faktörleri 2 sınıfta inceleyebiliriz. İlki genetik ikincisi ise çevresel faktörlerdir.

Genetik taşınım, ileri yaş,  bağırsak içi hücre tipini bozarak kansere zemin hazırlayabilecek iltihabi bağırsak hastalığının olması (Ülseratif kolit ya da Crohn hastalığı), Tip II Diyabet, bağırsak içinde poliplerin varlığı  gibi durumlar kanser gelişme ihtimalini artırabilir.

Öte yandan, değiştirilebilir risk faktörleri grubunda yer alan çevresel etkenlere uygun bir yaşam tarzı belirlenerek sürdürülmesi, kolon kanseri riskini azaltmaktadır. Bu etkenlerin başlıcaları; İşlenmiş ve hayvansal gıdaların aşırı, meyve ve sebzenin ise az tüketilmesi, sigara kullanımı ve hareketsiz yaşam tarzıdır.

Yukarıda yer alan risk faktörlerine sahip olan kişilerin erken yaşlardan itibaren kalın bağırsak ve diğer sindirim sistemi kanser taramalarını yapması gerekir. Ayrıca; yüksek kalorili, yüksek proteinli, liften fakir, kızarmış ve konserve edilmiş yiyecekler bağırsak fonksiyonlarını olumsuz etkiler. Bu nedenle günlük diyette taze sebze ve meyveyle, lifli gıdalara daha fazla yer açılmalı, bol su tüketmeye  ve spor yapmaya özen gösterilmelidir.

KALIN BAĞIRSAK KANSERİNİN BELİRTİLERİ

Kolon Kanseri bağırsaktaki konumuna göre farklı belirtiler gösterebilir. Bağırsağın sağ tarafında oluşan kanser ile sol tarafını tutan kanser farklı belirtiler verebilir.  Bağırsağın sol tarafında meydana gelen tümör,  daha dar bir bölge olması nedeni ile daha çok dışkıda incelme, kanama, dışkı düzeninde değişme gibi şikayetler görülürken, sağ tarafta ise bağırsak daha geniş olduğundan hastada, halsizlik, kansızlık, iştahsızlık ve karın ağrısı gibi belirtiler olmaktadır. Bu bölgede gelişen kanser daha sinsi ve yavaş ilerleyebilir.  Ağrılı dışkılama, demir eksikliği anemisi, karında kitle hissi kolon kanseri açısından önemli belirtilerdir. Karın ağrısı ve kilo kaybı genellikle geç dönemde ortaya çıkan belirtilerdir.

Hastalık ilerlemeden kolon kanseri tanısı konulması yaşam şansını büyük ölçüde artırmaktadır. Bu nedenle erken tanı için kolon kanserinin belirtilerini takip etmek çok önemlidir. Doktorunuz sizin ve ailenizin tıbbi geçmişine dayalı olarak gerekli önerilerde bulunacaktır. Taramaya ortalama riske sahip bireylerde 45, daha yüksek risk durumlarında daha erken yaşlarda başlanmalıdır.  Tarama için endoskopik yöntemler, gaita ve kan  testleri, aile geçmişine göre genetik testler kullanılmaktadır. Kalın bağırsak kanserinin kesin tanısı kolonoskopi ile konur. Varsa tümörden örnek alınarak patolojik inceleme ile kesin kanser tanısı konmuş olur. 

İNSÜLİN DİRENCİ (HOMA-IR)

İnsülin direnci yani HOMA-IR pankreastan salgılanan insülin hormonu ile glukozun hücre içlerine gönderilerek enerji oluşturmasına gösterilen direnç durumudur. Hücrelerin insülin hormonuna direnç göstermesi ile kan glukoz seviyesinde artış meydana gelir. Bu artış zamanla şeker hastalığının başlamasına sebebiyet verecektir. İnsüline gösterilen direnç neticesinde pankreas insülin üretimini artırarak vücutta depo edilmesine sebep olacaktır. Fazla salgılanan insülin hormonu alınan besinlerin yağ olarak depo edilmesine neden olur. Bu durum kilo artışına, karaciğerde yağlanmaya ve kalp damar rahatsızlıklarına neden olabilir. Pankreasın hücrelerin insüline direnç göstermesi neticesinde fazla çalışması durumunda pankreas yetmezliği ve diyabet gibi rahatsızlıklarla karşılaşılabilir.

 

İnsülin Direnci Belirtileri

  • Kiloda artış
  • Kan trigliserit değerinde yükselme
  • Yemek sonraları gözlenen uyku hali
  • Kilo vermede zorluk veya hiç verememe
  • Tatlı besinlere karşı aşırı istek
  • Yemek sonraları doymama hissi
  • Yemek sonrası sık acıkma
  • Terleme
  • Ellerde titreme
  • Halsizlik
  • Yorgunluk hissi
  • Unutkanlık
  • Depresyon
  • Göbek çevresinde yağlanma
  • Hipertansiyon
  • Bel çevresinin giderek genişlemesi
  • Karaciğerde yağlanma
  • Kadınlarda menstrüasyon düzensizlikleri
  • Koltuk altında, boyunda ve kasık bölgesindeki ciltte esmerleşme

İnsülin Direnci Tedavisi

İnsülin direnci olan bir hasta ideal kiloya ulaşarak, beslenme alışkanlıklarını değiştirerek ve düzenli spor yaparak bu rahatsızlıktan kurtulabilir. Hekiminizin tavsiye edeceği diyet listesini uygulamak ve düzenli egzersiz yapmak ana hedef olsa da dikkat edilmesi gereken diğer hususlarda şunlardır.

  • Şeker tüketimini oldukça azaltın. Mümkünse hiç kullanmayın. Çay ve kahve tüketirken kullanılan şekeri ilk etapta yarıya indirin. İlerleyen zamanlarda da kendinizi alıştırarak tamamen şekersiz tüketin.
  • Sigara ve alkol kullanılıyorsa bırakılmalıdır.
  • Her gün ortalama 45 dakika spor yapın. Uzun yürüyüşler yapmak en kolay spor yöntemi olacaktır.
  • Tam tahıllı besinleri tüketin.
  • Hazır gıdalardan, işlenmiş gıdalardan uzak durun.
  • Hayvansal gıdaların tüketimini minimuma indirin. Bunların yerine balık tüketimini artırın.
  • Eğer fazla kilolarınız var ise kilo vermeye ve ideal kilonuza ulaşmaya çalışın.
  • Yatma saatinize yakın yiyeceklerden uzak durun. Su haricinde içecek tüketmeyin.
  • Hazır meyve sularından ve gazlı içecekleri tüketmeyin.
  • D vitamini eksikliği insülin direncini artıran sebeplerden olduğu için kontrolü sağlanarak eksikliğinde takviyesi sağlanmalıdır.

İnsülin Direnci Nasıl Tespit Edilir?

İnsülin direnci HOMA-IR ismiyle bilinen bir test ile tespit edilir. Sabah erken saatlerde ve 10-12 saat açlıktan sonra alınan kandan bakılan bu test kan glukoz ve insülin miktarının hesaplanması yöntemiyle elde edilir. Çıkan sonucun 2.5’tan yüksek olması durumunda hastada insülin direncinin mevcudiyetinden bahsedilir.

İNSÜLİN

İnsülin kan glukoz değerinin yükseldiği durumlarda pankreas tarafından salgılanan bir hormondur. Glukozun hücre içlerine transferini sağlayarak enerji ihtiyacını karşılayan bu hormon aynı zamanda kan yağları metabolizmasında da görev yapar. Pankreasın yeterli insülini üretemediği veye ürettiği durumlarda da vücudun direnç göstermesi halinde kan şeker seviyesi yükselirken, hücre içlerine glukoz transferi sağlanamayıp enerji ihtiyacı giderilemediğinden özellikle göz ve böbrek gibi organlarda hasar görülecektir. İnsülinin salgılanmasında ki en önemli rol kan şekerinindir. Kan glukoz seviyesinin yükselmesi ile birlikte pankreasta depolanan insülin salgılanarak kan dolaşım sistemine gönderilir.

 

İnsülin 5.8 kilodalton moleküler ağırlığında, polipeptit yapılı ve glukagonla birlikte karbonhidrat metabolizmasının düzenlenmesinde görev yapan bir hormondur. Pankreasta Langerhans adacıklarında salgılandığından latince ada anlamına gelen insula kelimesinden adını almıştır. Karbonhidrat metabolizmasının birinci dengeleyicisi olan insülin hormununun protein ve yağ metabolizması üzerinde de etkileri vardır. Bu sebeple bu hormonun salgısında ki problemler vücutta birçok rahatsızlığa sebebiyet vermektedir. Diyabet rahatsızlığı olmayan tüm insanlarda vücuda alınan besinlerden enerji elde etmek için insülin hormonuna ihtiyaç vardır. Yani insülin hormonu olmadan insanın hayatını devam ettirmesi mümkün değildir. Diyabet hastalarının bu ihtiyacı dışarıdan temin etmeleri yaşamalarına devam edebilmek içindir.

İnsülinin dışarıdan vücut içine alınması haplarla sağlanamamaktadır. Şu an insülin eksikliğinin giderilmesindeki en bilinir yol enjektörler ile kas içine enjeksiyon yapılmasıdır. Bu sayede hücrelerin ihtiyacı olan glukozun hücre içlerini transferi sağlanarak enerji ihtiyacı sağlanmış olur. Bu hormonun enjeksiyon yolu ile alınması diyabet tedavisinde olmazsa olmaz olsa da sadece iğne kullanarak hastalıkla mücadele etmek oldukça güçtür.  Hekiminiz tarafından önerilen diyet listesine uygulamazsanız veya düzenli egzersizler yapmazsanız zamanla hastalığınızda ki gidişat ilerleme gösterebilecektir.

İnsülinin vücuttaki miktarı on ile on iki saat açlıktan sonra kol damarından alınacak bir tüp kan ile tespit edilebilir. Sağlıklı bir insanın insülin testi sonucu 1.9-25 µIU/mL arasındadır. Bu değerler kullanılan cihaz ve yöntemlere göre farklılık gösterebilse de rakamlarda büyük değişiklikler gözlenmez. Bu testin sonucu ile pankreasta üretilen insülinin miktarı belirlenerek olası diyabet rahatsızlıklarının erken tedavi edilmesi sağlanabilir. 

Detaylı bilgi almak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.

GLUKOZ

Glukoz testi kan dolaşımındaki karbonhidratların parçalanmasıyla oluşan glukoz miktarını ölçmek için kullanılan bir testtir.  Vücut hücrelerinin enerji ihtiyacını karşılayan glukoz kanda normal sınırların dışında seyir etmesiyle başta diyabet gibi çeşitli hastalıklara sebebiyet vermektedir. Besinlerle alınan karbonhidratlar glukoza parçalanıp ince bağırsaklarca emilimi sağlandıktan sonra kan dolaşım sistemine iletilir. Vücuttaki glukozun kullanımı pankreasta üretilen insülin hormonu ile sağlanır. İhtiyacı göre pankreas insülin salgısını artırıp azaltarak dolaşımda ki glukozun miktarını ayarlar. İnsülin hormonu salgısında sorunlar başladığında hiperglisemi veya hipoglisemi gibi şeker rahatsızlıkları görülmeye başlar.

Hiperglisemi nedir?

Yaklaşık 8-10 saat açlıktan sonra yapılan kan testi sonucunda glukozun 126 mg/dL den büyük çıkması durumunda hiperglisemiden bahsedilebilir. Tek başına açlık kan şekeri sonucu tanı koymak için yeterli olmasa da fikir vermesi açısından önemlidir. Hekiminiz glukozun 126’dan yüksek olması durumunda hba1c ile birlikte insulin, homa-ır ve idrarda bakılan mikroalbumin testlerini de isteyerek detaylı araştırmaya girecektir.

Sonucun yüksek seyretmesinin yansıyan birkaç tane belirtisi vardır. Bulanık görme, aşırı su içme, nedensiz kilo kayıpları, ağızda kuruluk, sık sık idrara çıkma, acıkma hissi veya iştahsızlık, terleme, yaraların geç iyileşmesi, yorgunluk hissi, titreme, cinsel istekte azalma veya ereksiyonda güçlük, sık yaşanan enfeksiyonlar, cilt kuruluğu veya kaşıntı gibi şikayetlerin hiperglisemide sıklıkla görüldüğü tespit edilmiştir. Açlık kan şekeri sonucunun yüksek çıkmasının ardından hekiminiz postprandial glukoz yani tokluk kan şekeri sonucunu da görmek isteyecektir. Bunun için yemek yemeye başladıktan iki saat sonra tekrar kan alınarak tokluk şekerine bakılacaktır. Bu ikinci kandaki glukoz miktarı 140 mg/dL nin üzerinde ise hiperglisemi için riskin olduğu düşünülecektir.

Özelikle ailesinde bireylerinde diyabet tanısı konulmuş olanların, 45-50 yaşından büyük olanların ve aşırı kiloya sahip kişilerin glukoz tarama testlerini yaptırmaları sağlıklı bir hayat devam ettirebilmeleri için önem arz etmektedir.

Hipoglisemi nedir?

Kan glukoz miktarının aniden 70 mg/dL’nin altına düşmesi durumunda oluşan hastalıktır. Bir anda soğuk terleme, baş ağrısı, çarpıntı, el ve ayakta soğukluk, halsizlik, yorgunluk, asabiyet veya depresyon gibi birçok durum gözlenebilir. Hipoglisemi hastalarının yanlarında bir iki adet kesme şeker taşımaları anlık glukoz düşüklüğünü önlemede faydalıdır. Hipoglisemi diyabet hastalarında sıklıkla görülen bir durumdur. Kullanılması gereken miktardan fazla alınan diyabet ilaçları hipoglisemiye neden olabilir. Hipoglisemi hastaları aşırı egzersizden ve alkol tüketiminden kaçınmalıdır.

Glukoz testi

Doğru sonuç elde edebilmek için en az 8-10 saatlik açlıkla kan verilmesi ve bu süre içinde su haricinde bir içeceğin tüketilmemesi gerekmektedir. 70 ile 105 mg/dL aralığında çıkacak açlık kan şekeri sonucu ideal bir sonuç olsa da belirtilerin varlığında diğer tarama testlerinin yapılmasında fayda vardır.

ANEMİ PANELİ

Anemi kan dolaşım sisteminde bulunan kırmızı kan hücrelerinin eksikliğinden kaynaklanan ve halk arasında kansızlık olarak da bilinen hastalığı ifade etmek için kullanılan kelimedir. Kırmızı kan hücrelerine yani alyuvarlara rengini veren ve oksijenin transferini sağlayan hemoglobinin dolaşım sisteminde yetersiz olma durumu diye de ifade edilebilir. Hemoglobin oksijen taşıma görevini demire bağlanarak sağladığından sıklıkla yaşanan anemi rahatsızlığının sebebi demir eksikliğidir. Demir eksikliğinin en büyük nedeni ise yetersiz ve dengesiz beslenmedir. Anemi rahatsızlıkların yüzde doksanı demir eksikliğine bağlı anemilerdir.

Erkeklerde hemoglobinin 13 g/dL, kadınlarda da 12 g/dL’nin altına düştüğü durumlar için anemi rahatsızlığından bahsedilebilir. Kadınlarda erkeklere göre daha fazla rastlanan anemiye çocuklarda ve bebeklerde de erişkinlere göre daha fazla rastlanır.

 

Demir eksikliğinin belirtileri

Çabuk yorulma ve halsizlik
İş performansında düşüklük
Baş dönmeleri
Kulaklarda çınlama
İştahsızlık
Vücut ısısında azalma, üşüme ve titreme
Cilt renginde soluklaşma
El, bacak ve ayaklarda duyu kaybı
Konsantrasyon eksiliği ve kaybı
Kalpte çarpıntı ve nefes güçlüğü
Asabiyet hali
Tırnaklarda çatlaklar ve kolay kırılmalar
Saç dökülmeleri
Ağız kenarlarında yaralar
Kilo kaybı
Dilde tahribatlar ve şişme oluşumu

Demir eksikliği anemisinin tedavisi

Tedavinin en önemli unsuru hastalığın neden kaynaklandığın tespit edilmesidir. Doğru tanıya varılabilmesi için hasta şikayetleriyle beraber ailesindeki anemi öyküsünün varlığı, kullanılan ilaçlar ve mevcut hastalıklarının da bilinmesinde fayda vardır. Demir eksikliği anemisinin laboratuvar tetkikleriyle tespit edilmesi neticesinde kemik iliği nakli, kan transferi veya demir ilaçlarının kullanılması gibi durumlar uygulanabilir. Demir eksikliği tedavisine başlamadan önce örneğin hasta da ülser rahatsızlığı varsa gerekli tedavinin uygulanması aneminin tekrarlamaması adına önemlidir. Veya adet düzensizlikleri veya adet dönemlerinde aşırı kan kaybeden kadınlarında hormonal bozuklukların giderilerek düzenli adet görmeleri sağlanmalıdır. Kansızlık yaşayan hastaların varsa eğer vitamin b12 eksiklikleri veya folik asit eksiklikleri giderilmelidir. Demir eksikliği anemisinin giderilmesinde kullanılan demir ilaçları oral olarak alınabildiği gibi kas içine de enjekte edilebilir. İlaçların etkisini göstermesi yaklaşık olarak iki ay kadar sürse de depoların dolması bir yılı bulabilir.

Anemi paneli

Anemi(kansızlık) hemoglobin miktarının yaş ve cinsiyete göre dünya sağlık örgütü tarafından kabul edilen kriterlerin altında kalmasıdır. Anemi panelinde demir eksikliği ile beraber anemiye sebep olabilecek diğer faktörler araştırılmaktadır. Vitamin B12 eksikliği veya folik asit eksikliği gibi nedenlerin sebep olacağı aneminin varlığı bu panelde tespit edilebilir.

  • Demir
  • Total Demir Bağlama Kapasitesi
  • Ferritin
  • Tam Kan Sayımı
  • Retikulosit Sayısı
  • Vitami B12
  • Folik Asit
  • Hemoglobin Elektroforezi

AİDS Teşhisi

Aids teşhisi yapılabilmesi yani HIV virüsünün anlaşılması için şüpheli temastan sonra en az üç ay gibi bir zamanın geçmesi gereklidir. Bu yüzden kuşkulu bir cinsel ilişkiden veya riskli temastan hemen sonra test yapılması zaman ve para kaybınıza sebep olur. Üç aydan daha kısa sürede yaklaşık olarak şüpheli temasın on beşinci gününden sonra virüsün varlığını tespit edebilen HIV RNA (PCR) testi HIV enfeksiyonu tanısı koyan en hızlı testtir. Son derece güvenilir bir test HIV RNA testi yüksek fiyatı nedeniyle hastaların tercih sebebi olmamaktadır.

Korunmasız cinsel ilişki, güvenli olmayan kan transferi ve hamilelik öncesi HIV testlerinin yapılması önerilmektedir. Yapılacak tarama testi HIV pozitif sonuç verirse kişide HIV virüsünün varlığından bahsedilir. Fakat bazen bu testin yalancı pozitif çıkması gibi bir durum da söz konusu olabilir. Kesin olarak HIV taşıdığını öğrenmek için doğrulama testinin Westernblood yöntemi ile yapılması gerekir.

Aids Teşhisi İçin Testler

1.HIV Combo Testi

Şüpheli ilişkiden sonra en erken sonuç almak için kullanılan testlerden bir tanesi de HIV combo veya diğer adıyla p24 antijen testidir. Cinsel ilişki sonrası eğer HIV virusu ile enfekte olunmuş ise hasta kanında HIV p24 antijeni 15 gün ile 45 gün içinde saptanabilmektedir. Bu zaman diliminde kanda virüse karşı antikor oluşmayacağından HIV Combo P24 antijen testi ile varlığı tespit edilebilir. HIV virüsu ile temas edip bulaş gerçekleşmesiyle virüs çoğalma dönemi geçirerek yaklaşık 14 gün sonra kanda HIV p24 antijeni saptanabilmektedir.

2.Anti HIV Testi

HIV ile temas ederek bulaşın gerçekleşmesi durumunda antikor oluşumu 21. günden sonra başlamaktadır. Kullanılan test yöntemi ve kitin kalitesiyle ölçülebilir sonuç vermeleri 1 ay ile 3 ay arasında değişiklik gösterebilir.

Kullanılan testin yöntemine göre doktorunuz sizleri bu konuda bilgilendirilmelidir. Dünya sağlık örgütü raporlarına göre üç aydan sonra yapılan Anti HIV testi kesin sonuç olarak kabul edilmektedir. Anti HIV 1-2 antikor testi olarak isimlendirilebilen bu testin pozitif çıkması durumunda Westernblood yöntemiyle doğrulanmalıdır.

3.HIV RNA(PCR) Testi (aids teşhisi için en garanti test)

HIV virüsü ile temas sonrası virüsün varlığını en kısa sürede ve güvenilirlikle yakalayabilen testtir. Bunun sebebi virüsün genetik materyalinin çoğaltılarak tespit edilecek duruma gelmesinin sağlanmasıdır. Hastalığa yakalanan bir kişinin kanında virüs bulunmasına rağmen erken dönemde virüse karşı antikor oluşmamaktadır. HIV RNA testi bulaşın 10. gününden sonra virüsün varlığını tespit edebilir. Sonucun kesinliği içinse dört hafta bekledikten sonra yaptırmak gerekmektedir. PCR yöntem ile çalışıldığından maliyeti yüksek olup örnek verildikten sonra sonuçlanma süresi diğer iki teste göre daha uzun olacaktır. Aids teşhisi ve hastalığın takibi için önemli testlerdendir.

AIDS Tedavisi

Aids’in günümüzde maalesef kesin bir tedavisi hala bulunamamıştır. Ama özellikle son yıllarda yapılan çalışmalarla geliştirilen farklı ilaçlar sayesinde HIV virüsü kontrol edilir hale getirilerek bu virüsü taşıyan kişiler uzun yıllar sağlıklı olarak yaşamlarına devam edebilmektedirler. Önemli olan tedavi sürecinde düzenli olarak kontrollerini yaptırmak ve ilaçlarını aksatmadan kullanmaktır. Çünkü HIV virüsüne gerekli tedavi uygulanmazsa bağışıklık sistemi bir süre sonra tamamen çökebilir. Aids tedavisi önceki yıllara göre daha etkili bir şekilde yapılabilmektedir. Kesin tedavisi tam olarak henüz bulunamamış olsa bile, artık ölümün beklendiği çaresiz şifa bulunamayan bir hastalık değildir.

HIV virüsünün tedavisine etkili bir şekilde devam eden birçok ilaç geliştirilmiştir. Böylece değişik ilaçlar birbirlerinin yerine alternatif olarak kullanılabilmektedir. Ayrıca ilaçların olumsuz etkileri daha da azaltılmış bir şekilde üretim yapılabilmektedir.

Ayrıca artık kan testleri çok daha detaylı bir şekilde yapılabildiğinden hekimlerin bu hastalıktaki deneyimlerinin de yükselmiş olması hastalığa pozitif olarak farklılıklar getirebilmektedir. Böylece Aids tedavisi daha kontrollü ve düzenli bir şekilde yapılabilmektedir. Hastanın da bundan olumlu etkilenip moral motivasyonu ve hastalıkla baş etme çabası daha da artmaktadır.

Şu an için hekiminiz tarafından kullanılması uygun görülen ilaçlar bu hastalık için elinizdeki tek çözüm olduğundan ilaçların miktarları ve zamanları dikkat edilmesi gereken en önemli aids tedavisi biçiminiz olup düzenli kullanmanız hastalığın takibi açısından çok önemlidir. İlaçlar düzenli olarak kullanılsa dahi virüs kendini kopyalamaya devam edebilir. Kendi kopyalarını oluştururken kullandığınız ilaçlar sebebiyle kopyalama işlemini doğru olarak gerçekleştiremez. Böylece oluşan yeni kopya bir öncekinden daha farklı şekilde kopyalanır ve mutasyona uğrar. Bu virüste oluşan mutasyonun bir kısmı HIV ilaçlarının hedef almış olduğu bölümlerde meydana gelir. Böylece eski tip virüsler kullanılan ilaçtan etkileniyor iken mutasyona uğrayanlar ilaçtan etkilenmez ve bu şekilde kopyalanmaya devam ederler. Bu istenmeyen bir durumdur. Kullanılan ilaca gösterilen direnç kandaki virüs miktarını artırır. Alınan ilacın değiştirilmesi gereklidir.

Virüsün ilaca karşı direncini değiştirmek ve durdurmak için, ilaç kombinasyonlarının güçlü olması gerekir. İyi bir takip süreci ile ilacı zamanın da reçetelendirerek, miktarlarına ve kullanma zamanına dikkat etmek gerekir. Dünyada mevcut bulunan kabul görmüş ilaçlar bu ilaçlara karşı dirençli virüslerin oluşmasını da sağlamaktadır. Dirençli bir virüsten hastalık alan kişilerde tedavi seçeneği de zorlaşmaktadır. Virüs ilaca direnç gösteriyorsa tedavi başarısız olur ve hemen ilaç değişimi gerekir. Aids tedavisi kaliteli bir yaşamın sürdürülebilir olması adına ihmal edilmemesi gereken önemli bir konudur. Ve tedaviye cevap almak için hastanın moral motivasyonunu yüksek tutması önem arz etmektedir.

 

AIDS Bulaşma Yolları

Aids Bulaşma Yolları, insanlar arasında yayılması özellikle cinsel ilişki yoluyla, anneden bebeğe anne karnında veya doğum esnasında ve kan teması ile bulaşabilmektedir. Kişide AIDS olduğuna dair belirli bir işaret bulunmayabilir. Bu nedenle kişinin kendisine AIDS hakkında tanı koyması kesinlikle mümkün değildir. Belirtileri birçok hastalıkla benzerlikler içerebildiğinden şüpheli durum sonrası tek çözüm ilgili tahlilleri yaptırmaktır. AIDS tanısı kan örneği alınarak laboratuvarda yapılan bazı testler neticesinde konulabilmektedir.

 

Aids bulaşma yollarından en önemlisi cinsel yolla bulaşmadır. Özellikle çok eşli cinsel yaşamı tercih eden bireyler ilişkiye gireceği kişinin virüsle temas etmiş olabileceğini düşünerek hareket etmeli ve muhakkak kondom kullanarak tedbir almalıdır. Eş cinsel ilişki ile de virüs bulaşabilir. Erkekler arasındaki eş cinsel ilişki kadınlar arasındaki ilişkiye göre daha fazla AIDS hastalığını bulaştırma ihtimali taşır. Cinsel temas sırasında kadın veya erkeklerin organlarında bulunan herhangi açıklıktan sağlıklı bireye virüs geçmesi kolaylıkla gerçekleşebilir. Özelikle Hiv pozitif bir kişinin farklı kişilerle cinsel ilişkide bulunması bu virüsün yayılmasındaki en önemli etkendir.

Kan Yolu da  AIDS bulaşma yollarındandır. HIV pozitif bireylerden elde edilen kan, kan ürünleri, organlar, sperm ve dokuların diğer bireylere nakli yapılarak AIDS virüsünün bulaşmasına izin verilmiş olur. Özellikle de kan transferine ihtiyacı olan bireylerin HIV gibi virüslerle temasa son derece açık olduğu aşikardır. Kan ve kan ürünlerine ihtiyacı olan bireylerin kontrolleri sağlanmamış kanın reddini istemeleri kişinin en doğal hakkıdır. Kızılay’dan temin edilmeyen her kan hastane içinde testlerle kontrolleri sağlansa dahi risk içermektedir. Diş tedavilerinde bulaşma ihtimali de yüksektir. Ağız içine yapılan kanamalı operasyonlarda cerrahi aletlerin sterilize edilmesi büyük önem taşır. 

Anneden bebeğe bulaşım da aids bulaşma yollarındandır. HIV pozitif taşıyan bir anne bebeğine bu virüsü anne karnında, doğum esnasında veya anne sütünden emzirme yoluyla bulaştırabilir. Anneden bebeğe bulaşımın önüne geçebilmek ve erken tanı konulabilmesi için anne adayının HIV testi yaptırması gereklidir. Gebelik tarama testleri sırasında HIV pozitif olarak sonuçlanmışsa eğer daha ileri bir yöntem olan HIV RNA testi ile test kontrol edilmelidir.

AIDS Belirtileri

Erken dönem Aids belirtileri olarak, enfeksiyondan sonraki iki ile altı hafta arasında bazı enfekte kişilerde soğuk algınlığı, grip veya benzeri bir durum yaşanabilir. Aids belirtileri Akut Retroviral Sendrom (ARS) olarak isimlendirilir. Böyle bir durumun ortaya çıkmasıyla birlikte bağışıklık sistemi reaksiyon gösterebilir

 

HIV Belirtileri

  • Ateş (96)
  • Lenf bezlerinde büyüme (74)
  • Faranjit (%70)
  • Deri döküntüleri (%70)
  • Kas veya eklem ağrıları (%54)
  • İshal (%32)
  • Baş ağrısı (%32)
  • Bulantı ve kusma (%27)
  • Karaciğer ve dalak büyümesi (%14)
  • Pamukçuk (%12)

Ancak bu belirtilerden herhangi birinin görülmesi HIV ile enfekte olduğunuzu göstermez. Bu belirtiler sadece HIV enfeksiyonuna özgü değildir. Bu belirtilerin her biri bir başka enfeksiyondan kaynaklı da olabilir. Özetle, HIV ile enfekte olan herkeste ARS görülmeyebilir. Birçok kişide Aids belirtileri bulaşma sonrası ilerleyen dönemlerde de ortaya çıkabilir. Kişide belirtiler gözlemlenerek HIV ile enfekte olup olmadığına karar verilemez. Özellikle sağlık geçmişi bilinmeyen partnerlerle yaşanılan ilişkiden sonra emin olmanın tek yolu hiv testi yaptırmaktır.

Erken dönem sonrası hastalık geç döneme doğru ilerler. Geç dönem, belirti olmaksızın virüsün vücutta varlığını sürdürdüğü ve geliştirdiği dönemdir. Geç dönem süresince enfekte kişide HIV ile alakalı herhangi bir belirti olmaz. Bu dönem genellikle “asemptomatik HIV enfeksiyonu” ya da “kronik HIV enfeksiyonu” olarak isimlendirilir.

Geç dönemde, virüs aktif iken kopya sayısını çok düşük seviyelerde tutarak kendini yenilemeye devam eder. Antiretroviral tedavi (ART) gören kişiler yaşamlarını on yılları aşkın sürede geç dönem olarak yaşarlar; çünkü tedavi, virüsü kontrol altında tutar. Tedavi görmeyen kişilerde geç dönem ortalama on sene sürer. Ama bazı kişilerde bu periyot hızla geçilebilir, dolayısıyla bu süre kısalabilir.

ART virüs sayısını azaltarak büyük oranla bulaştırma riskini düşürse de asemptomatik periyot da halen virüs bir başkasına bulaşabilir. Virüs, bu dönemde de tespit edilebilirliğini halen korumaktadır. Yinelemek gerekirse, HIV ile enfekte olunduğundan emin olmanın tek yolu hiv testi olmaktır.

 

AIDS Belirtileri

  • Hızlı kilo kaybı
  • Tekrarlayan yüksek ateş
  • Zatürre gibi akciğer rahatsızlıkları HIV enfeksiyonun seyri sırasında en sık karşılaşılan akciğer hastalığıdır. Ateş, gece terlemesi kilo kaybı, artan öksürük ve nefes darlığı yakınmalarının olduğu bir tablodur.
  • Sebepsiz aşırı yorgunluk
  • Koltukaltı, kasık ve boyundaki lenf bezlerinde sürekli şişlikler 
  • İki haftadan kısa süreli şişlikler çoğunlukla enfeksiyon kaynaklıdır. İki haftadan uzun sürenler ise Epstein-Barr virüsü gibi persistanviral enfeksiyonlar, HIV ve otoimmün hastalıklara işaret olabilir.
  • Bir haftadan fazla süren ishaller
  • Ağız, burun, göz kapakları veya ciltte kırmızı, pembe, kahverengi veya mor renkte lekeler
  • Depresyon, hafıza kaybı veya diğer nörolojik rahatsızlıklar görülebilir. HIV enfeksiyonunda nörolojik komplikasyonlar oldukça sık görülür ve farklı tablolar ortaya çıkabilir. Beyin, beyin zarı, omurilik, periferik sinirler ve kaslar olmak üzere tüm nöral yapılar etkilenebilmektedir. HIV enfeksiyonundan nörolojik komplikasyonların ortaya çıkmasında bazı faktörler rol oynamaktadır. Bu faktörler arasında virüs yükü, virüs türü, immün yetmezlik derecesi, CD4+ lenfosit sayısı ve antiretroviral tedavi yer almaktadır. HIV hastalarının yaklaşık yarısında nörolojik bir klinik tablo ortaya çıkmaktadır.

Bu ciddi belirtilerinin birçoğu immün sistemde oluşan hasarlardan ötürü ortaya çıkan fırsatçı enfeksiyonlardan ileri gelir. Aids belirtileri, bir başka hastalıktan da kaynaklanıyor olabilir. Bu enfeksiyondan emin olmanın tek yolu hiv testi yaptırmaktır.

HIV enfeksiyonu, immün sistemi günden güne çökerten ve vücudun diğer enfeksiyonlarla mücadelesini zorlaştıran bir durum yaratır. Tüm bunlar gerçekleşirken insan zaman içerisinde Edinilmiş İmmün Yetmezlik Sendromuna (AIDS) girer. AIDS’in şuan için kesin bir tedavisi yoktur. Ancak uygulanan tıbbi yöntemlerle enfeksiyonun seyri yönetilebilir. Ayrıca yaşam kalitesi ve süresi artırılabilir.